Adı: Sen Ağlama
Yayıncı: Yabancı Yayınları
Türü: Dram, Duygusal, Aile
Yayıncı: Yabancı Yayınları
Türü: Dram, Duygusal, Aile
SÜRÜKLEYİCİ OLDUĞU KADAR DOKUNAKLI OLMAYI DA BAŞARAN SAYILI ROMANLARDAN BİRİ!
Sen Ağlama, işinde başarılı olmak isteyen, iyi bir anne olmaya çalışan, ayrıldığı eşinden sonra bir erkekten diğerine koşan ve cinselliği âdeta yeniden keşfeden 35 yaşındaki Clara’nın dokunaklı öyküsünü anlatıyor.
Çok sevdiği kardeşinin ölümüyle sarsılan Clara’nın hayatı inanılmaz sürprizlerle değişiyor. Yeni öğrendiği ve yüzleşmesi hiç de kolay olmayan iki gerçek, Clara’yı altüst ediyor.
İspanya’da yayımlanmasının hemen ardından bir bestseller olan Sen Ağlama, son yıllarda okuyacağınız en içten, en sıcak öykülerden biri… Clara’yı asla unutamayacaksınız!
Geç kalacağım sanırım. Her zamanki gibi. Ölü evine gitmem gerekiyor ve ne giyeceğime karar veremiyorum, böyle yerlere giderken ne giyilir, en ufak bir fikrim yok. Ablamı arayıp ne giyeceğini sormak isterdim. Bir yere giderken aynı giysileri giydiğimiz oluyor da bazen. Ayrıca onu almamı mı, yoksa orada buluşmamızı mı tercih ettiğini de sorabilirdim böylece.
Etrafta ölüler olduğu zaman nasıl davranmam gerektiğini bir türlü bilemiyorum. Ölü evine, cenazeye veya mezarlığa gitmek zorunda kaldığım zamanlardan bahsediyorum. İnsanlarla ne konuşmam gerektiğini bilemiyorum, her konuşma garip geliyor; çok üzüntülü görünmek doğru mudur, yoksa abartılı mı olur, karar veremiyorum. Özellikle de ölen kişi yakınım değilse... Bu sıkıntıyı yaşamamın asıl sebebi şimdiye dek gerçekten sevdiğim bir kimseyi kaybetmemiş olmam bence. Ayrıca başsağlığı dilemem gerekirken de öylece kalakalıyorum; “Başınız sağ olsun”, “Çok üzüldüm”, “Mekânı cennet olsun”, “Hayat işte” gibi sözler söyleyemiyorum. Çok tedirgin oluyorum ve her şeyi birbirine karıştırıyorum. Vicente Amca’mın cenazesinde yengeme başsağlığı dilerken “Çok üzüldüm, hayat cennet gibi işte” dedim. Hemen arkamdaki ablam gülmeye başlayınca ben de patladım ve zavallı amcam gömülene dek gülmeye devam ettik. Dizginlenemeyen kahkahaları, özellikle yasak oldukları zaman paylaşmak gerekiyor, bu yüzden de en az iki kişi olmalısınız; ablam ve ben bu konuda uzmanız. Hep birlikte gülmüşüzdür, çünkü ikimize de aynı şeyler komik gelir. Konuşmamız, açıklama yapmamız bile gerekmez. Bir aradaysak ve ikimizden birine komik gelecek bir şey olduysa, diğerinin de gülmeye başlayacağına şüphe yok. Aynı anda aynı sebeple kahkaha üreten bir makine var ikimizin içinde de sanki. Ablamla en büyük ortak noktam işte bu gülüşmeler. Onun gülmesi benim de gülmem gibi.
Siyah bir şeyler giymem en iyisi olacak sanırım çünkü üzerimdekilerle gidersem rahat edemeyeceğim. Hiçbir şey yapasım yok, ablam da telefona cevap vermiyor.
Adım Clara, otuz beş yaşındayım. Ablam María benden üç yaş büyük; benden daha uzun ve daha zayıf, hatta daha güzel olduğunu söylüyorlar. İlk üç kıyaslamaya sözüm yok ancak sonuncusu o kadar da kesin değil. Gerçekten çok benziyoruz, hatta o on santim daha uzun olmasa çoğu insan ikiz olduğumuzu düşünürdü. Çok da önemli değil aslında; ailem, özellikle de annem otuz yıl kadar önce onun benden daha güzel olduğuna karar verdi ve bu hayatımız boyunca böyle olacak.
Ailem bunun dışında başka kararlar da verdi tabii ki. Onların gözünde ben daha gergin bir insandım, o daha zekiydi, ben daha sıkıcıydım, onun saçı daha güzeldi. Bu rol dağılımında en güzel rolleri hep María kapmıştı, benim ona üstün geldiğim tek konu danstı. Ritim duygum ondan daha iyiydi galiba. Çocukken bale hocamız
ona böyle söylediğinde, annem şöyle karşılık vermişti: “Şişman olması ne yazık, çok iyi dans etse de kendini gösteremiyor.” Oldum olası üç-dört kilo fazlam olduğu bir gerçek, bu fazlalığın beş-altı kiloya kadar çıktığı da oldu. Elden ne gelir...
Uzun yıllar birlikte olduğum, çocuklarımın babası Luisma’dan boşanalı birkaç yıl oluyor. Oğullarım Mateo ve Pablo dünyada en çok sevdiğim iki kişi. Onların ardından ablam, sonra annem, sonra babam, sonra da Luisma geliyor. Her şeyi büyükten küçüğe doğru sıralıyorum. Albümleri, filmleri veya şehirleri de en çok sevdiklerimden en az sevdiklerime doğru listeliyorum. Bir saplantı gibi bu. Yani saplantılarımdan biri. Bu yüzden sevdiğim insanların da bir önem sırası var.
İşyerinden bir sürü insan gelmiş, müdürüm ve bütün iş arkadaşlarım buradalar.
Bir televizyon yapım şirketinde çalışıyorum, bilmeyen varsa söyleyeyim, çeşitli kanallar için programlar ve diziler hazırlıyoruz. Ben prodüksiyon departmanındayım; yani bazen müdür, bazen yardımcı, bazen sekreter, bazen muhasebeci, hatta bazen de şoför veya terzi oluyorum. Şirketin en eski çalışanlarından biriyim, ancak şirketin sahiplerinin ismimi bile bilmediğinden eminim. Çalışma saatlerim gayet esnek, saat altıdan önce işten çıktığım pek vaki değil. Çocukların babalarında olduğu bazı günler öğleden sonra fotoğraf stüdyosunda çalışıyor ve süpermarketlerdeki indirim ilanları için gıda ürünlerini fotoğraflıyorum. Büyük bir süpermarkete gittiğinizde “Karides – Kilosu Yedi Avro” gibi bir ilan görürseniz, o ilandaki karidesin fotoğrafını muhtemelen ben çekmişimdir. Fotoğrafçılık yaparken yaratıcı yanımı ortaya çıkarabiliyorum, gerçi stüdyoda verdikleri işler açısından şansım pek yaver gitmedi. Bazı cumartesiler düğün fotoğrafçılığı da yapıyorum. Kilisede, yemekte ve kiliseyle yemek arasında parkta fotoğraflar çekiyorum. Ağaçların ve çalılıkların arasında el ele tutuşup gökyüzüne bakan çiftlerin bulunduğu bu fotoğraflar birbirinden absürd oluyor. Ancak gelin ve damat fotoğrafı çekmek hem gelirimi hem de ablamla attığımız kahkahaları arttırıyor. María çektiğim en saçma düğün fotoğraflarını bir süre önce biriktirmeye başladı ve koleksiyonuna ekleyebileceği yeni bir resimle gelmem en az iki saat aralıksız güleceğimiz anlamına geliyor.
Prodüksiyon, fotoğrafçılık ve çocuklar dışında hiçbir şeye zamanım kalmıyor. Şükür ki Bulgar yardımcım Sornitsa var, hepimiz farklı bir şekilde sesleniyoruz ona. Ben ismini doğru söylemeye çalışıyorum ancak ağzımdan garip sesler çıkıyor. Annem ona Soraya diyor; çocuklar Sorrita, babam da Sarcosí diye sesleniyor. O olmasa hayatım kayardı, hatta bazen Sornitsa’yı en sevdiğim insanlar listesinde ilk sıraya koyasım geliyor. Onun yardımına rağmen, günlerimi koşturarak geçiriyorum ve her yere geç kalıyorum.
Luisma’dan ayrıldıktan sonra çok zor günler geçirdim ancak bu yıl erkeklerle biraz olsun haşır neşir olmaya başladım. Aynı insanla bu kadar uzun süre geçirdikten sonra sıkıntı yaşamam normal. Luisma’yla tanıştığımda on beş yaşındaydım, bir sene sonra resmen çıkmaya başladık, on sene sonra da evlendik. Yıllar sonra suçu monotonluğa atarak ayrıldık. Aslında bu bir bahaneden ibaretti çünkü monotonluk ilişkimizin ilk gününden beri bize eşlik ediyordu, bunu kabul etmekte yirmi yıl kadar geciktik o kadar. Bu tip çıkarımları genellikle psikoloğum Lourdes’e borçlu oluyorum, iki senedir gittiğim Lourdes’in bana büyük yardımı dokunuyor. Onu anladığım zamanlarda tabii ki... Çünkü bazen söylemek istediklerini anlamakta gerçekten zorlanıyorum. Her halükârda, artık daha iyiyim ve sanırım onun sayesinde her geçen ay giderek daha çok mutlu oluyorum. Neden olmayayım? İki mükemmel çocuğum var; iyi bir işim, fotoğraflar sayesinde fazladan gelirim, kendi dertlerine dalmış eski bir kocam ve annem, tuhaf ismi olan bir yardımcım, dört kilo fazlam ve biricik ablam María var. Bana cevap vermesini bekliyorum.
“Biraz su verelim, belki kendine gelir.”
“Yazık, yıkıldı zavallı.”
“Birden bayıldı.”
“Kız kardeşini kaybetmek korkunç bir şey olmalı.”
“Hem de bu kadar genç bir kardeşi...”
“Hem de yılın bu zamanı...”
“Yeni yılda asla mutlu olamayacak artık.”
“Hep bir aradaydılar.”
“Durun, galiba kendine geliyor.”
“Yardım edelim de şuraya oturtalım.”
“Gözlerini açıyor.”
Kendime geldiğimde ablam María’nın tabutunun başında partiye gider gibi giyinmiş vaziyette duruyordum.
Çoraplarım kaçtı, üzerimdeki bu saçma sapan bluz da âdeta üstümde paralanıyor. Mor ışıltılı payetler en ufak hareketimde kopuyor. Kimi yere düşerken çoğu eteğimin kırışıklarına takılıyor, çoraplarıma ya da siyah kadife ayakkabılarıma yapışıyor.
María ve ben yeni yıl kutlamasında bir örnek giyinmeye karar vermiştik. Geçen hafta alışverişe çıkmış ve ikimiz de aynı bluzu, aynı eteği ve aynı ayakkabıları beğenmiştik. Zevklerimiz hep benzer oldu, özellikle giysiler konusunda hep aynı şeylerden hoşlandık, yemek ve erkeklere gelince de ortak zevklerimiz oldu ancak sevgililerimiz hep çok farklıydı. Çocukluğumuzdan beri defalarca yaptığımız gibi, bu kez de aynı giysileri almaya karar verdik. Tek fark her zamanki gibi bedenler oldu: O 38 beden aldı, bense 42. Ayrıca benim eteğimin biraz kısalması da gerekti. María’nın giysilerinin asla tadilata ihtiyacı olmazdı, bazen belden birkaç santim alınması gerekirdi, o kadar. Genç kızlığa adım attığımız zamanlarda alışverişe gidip de prova odasından aynı kot pantolonla çıktığımızda annemin tek bir bakışı María’nın vücudu ve benimki arasındaki farkı anlamaya yeterdi. Ona gururla bakan annem bana gözünün ucuyla, görmek istemiyormuş gibi bakardı. Sonra beni bir şeyler söyleyerek teselli etmeye çalışırdı: “Üzülme kızım, senin de yüzün çok güzel.”
Aynı giyinsek de sorun olmazdı, çünkü o yılbaşında görüşmeyecektik. Ben evimde olacak; anne babam, Mateo ve Pablo’yla yemek yiyecektim. O da kendi evinde eşi Carlos’un ailesiyle yemek yiyecekti. Saat on bir buçukta onunla konuşup yeni yılını kutladım, çünkü on ikiden sonra hatlar kilitleniyor ve telefonda konuşmak mümkün olmuyor. Olağanüstü bir durum yoktu. María çocuklarla konuştu, ben Carlos’a selam söyledim, kapatmadan hemen önce “Yarın görüşürüz,” dedi. Başka bir şey olmadı, garip bir şey yaşanmadı. Ölüm María’ya hiçbir ipucu vermedi, vedalaşmamıza fırsat tanımadı. Yarım saat sonra öldü ablam.
Doktorlar kalbinin durduğunu söylüyor. O kadar. Ani ölümlerin sanıldığından çok daha sık görüldüğünü de söylediler. Otopsi sonucunu birkaç gün içinde gönderecekler, ancak María’nın ölümünde garip olan hiçbir şey yokmuş. Yeni yıl için kadeh kaldırdıktan hemen sonra yere yığılıvermiş. Şampanya kadehi hâlâ elindeymiş. Gömülmesine izin verildi, cenaze arabası geldiğinde mezarlığa doğru yola çıkacağız.
İki gündür üzerimi değiştiremedim, canım da istemedi açıkçası. Bluzum parçalanmaya devam ediyor, María’nın giysileri hastanede verdikleri bir torbanın içinde ve torbayı elimden bir an olsun bırakamıyorum. Aynı payetli bluz, aynı siyah etek, aynı kadife ayakkabılar terli ellerimle tuttuğum plastik poşetin içinde. Payetleri teker teker düşen bluzumla birlikte ben de parçalanıyorum.
Pablo üzerindeki Örümcek Adam kostümüyle kanepede zıplıyor ancak Mateo bir şeyler olduğunun farkında. Yeni yılda ona gelen hediyelerden biri büyüklerin kullandığı gibi tek sıra tekerlekleri olan siyah bir çift patendi. Teyzesi María ona paten kaymayı öğreteceğine söz vermişti, bu yüzden yeni yılda Müneccim Krallar’dan** istedikleri listesine yazdığı ilk şey paten oldu. O sabah uyandığında oyuncakları büyük bir isteksizlikle kutularından çıkardı, patenlere dokunmadı bile. María Teyze’sinin nerede olduğunu da sormadı.
Ablamın çocuğu yoktu. Çocuk yapamayacak kadar yoğun bir hayatı vardı. Tıp eğitiminin ardından stajyer doktorluk yaptı, travmatoloji uzmanı oldu, sonra bir hastaneye girerek nihayet kendi kliniğini açtı. María hayatı boyunca her şeyi doğru ve sırasıyla yaptı. Evliliği bile doğru kişiyle, doğru zamanda oldu. Carlos, annemin deyişiyle, tıpkı María gibi çalışkan ve kibar bir travmatoloji uzmanı. Hep kravat takar, saçları düzgündür, yeni tıraş edilmiş yüzünde her daim biraz yapay duran bir parıltı vardır. Biraz şişmandır ve bir ayağı aksar, şu an hangi ayağı olduğunu hatırlayamıyorum. Sağ mı, sol mu dikkat etmemişim. Luisma ile Carlos pek anlaşamazdı. Carlos eski kocama hep Luis Mariano diye hitap ederdi, Luisma da bundan hiç hoşlanmazdı. Adının Luis Mariano olması onu utandırıyor, insanların tüm Luisma’lar gibi onun da Luis Manuel olduğunu sanmasını tercih ediyor.
* Hıristiyan geleneğinde Beytlehem’e gelerek bebek İsa’ya secde eden soylu hacılar. Bu olay Doğu Kilisesi’nde Noel’de, Batı Kilisesi’ndeyse 5 Ocak’ta kutlanır. İspanya’da bu kralların 6 Ocak’ta çocuklara hediye getirdiğine inanılır –Çocuklar María teyzelerinin evine gitmeye bayılırdı. Oturduğu sitede havuz, bahçeler, bir park ve bir de futbol sahası var. Ablam, Mateo’ya paten kaymayı orada öğretecekti. Evinde her şey otomatik, perdeler bile kumandayla açılıp kapanıyor. Her gittiğimizde yeni bir şeyler olurdu: son çıkan cep telefonu, en küçük bilgisayar, tasarım harikası bir kahve makinesi. Ayrıca her odada duvara asılmış bir sürü televizyon var. Bizim evimizde ise tek bir televizyon var ve salonda duruyor, perdeler de elle açılıyor. Yani evlerimiz kıyaslanamaz bile...
María ve ben çocukken, çok güzel bir mahallenin en kötü kısmında yaşıyorduk. Üst orta sınıfın yaşadığı mahallemizde alt orta sınıfın oturduğu birkaç apartman vardı. Bu apartmanlardan birindeydi evimiz. Bizimki, hemen yanımızda daha kötü şartlarda yaşayan ailelerinkinden daha iyiydi, bazıları havuzlu olan yepyeni binaların iki yüz metre kadar ötesindeki bu apartmanlarda oturanların hali daha kötüydü. Yetmişlerin sonunda, seksenlerin başında zengin olmak bana göre böyle bir şeydi işte. Çocukluğum mutlu geçti, öyle hatırlıyorum. Annemle babam ben beş yaşındayken boşandı ve bu olay bende hiçbir travmaya neden olmadı. O zamanlar, yani yetmişli yılların sonunda boşanma sık rastlanan bir durum olmasa da her şey çok normal geliyordu bana. María ve ben annemle yaşıyorduk, ancak babam hemen her gün öğleden sonra bizleri görmeye geliyordu. Cuma günleri okul çıkışında babamla birlikte dedemlerin evine gidiyor, pazar gününe dek orada kalıyorduk. Annemle babam o kadar iyi anlaşıyordu ki kimse neden ayrıldıklarını anlayamıyordu. María ve ben, asıl nedeni yıllar sonra öğrenecektik.
Ablam öldüğünden beri çocuklara Luisma bakıyor, Noel tatilinde olan oğullarımın her şeyiyle o ilgileniyor. Ben onlarla olamayacak kadar kötü durumdayım, bu yüzden de eski kocam günlerdir benim evimde kalıyor. Bugün öğleden sonra, her 6 Ocak’ta olduğu gibi annem ve babam bize gelecek; Müneccim Krallar torunlarına ne hediye getirmiş diye bakacaklar. Cenazeden beri görüşmedik ve yaşananların çocuklar da dahil hepimizi etkilemesinden korkuyorum.
“Dedemler geldi,” diye bağırıyor kapının çalındığını duyan Pablo.
Koridoru koşarak geçip heyecanla kapıyı açıyor.
“Dede, büyükanne, Müneccim Krallar geldi!”
Annem daha metanetli duruyor ancak üzüntü babamın ifadesini değiştirmiş. Birbirimizi görünce, hiçbir şey söylemeden sarılıyoruz. Babam gözlerime bakmaktan kaçınıyor çünkü göz göze gelirsek ağlamaya başlayacağını biliyor. Annem yanağımdan öpüyor. Sanırım hareket etmek bile zor geliyor onlara, artık yaşamak için çok büyük bir çaba göstermeleri gerekecek sanki.
Mateo televizyonda çizgi film seyrediyor, Pembe Panter’i çok seviyor, dedesiyle büyükannesinin geldiğini fark etmedi bile. Luisma çocuklar hiçbir şey anlamasın diye çabalamaya devam ediyor. Pablo da durmak bilmiyor.
“Dede, ben Örümcek Adam’ım, duvarlara bile tırmanırım.”
“Tabii tırmanırsın, yavrum,” diyor babam çatallanmış sesiyle.
“Mateo, Krallara çikolata bıraktın mı,” diye soruyor annem.
“Müneccim Kral diye bir şey yok,” diye bağırıyor Mateo, sonra da yüzünü yastıkla kapatıp öfkeyle ağlamaya başlıyor.
Annemlerle ben kanepeye, yanına oturuyoruz. Luisma, Pablo’yu alıp götürüyor.
“Ne oldu, canım,” diye soruyorum.
“María teyzem öldü,” diyor yüzünü yastıktan ayırmadan.
Babamın gözleri nemleniyor. Ne diyeceğimi bilemiyorum. Annem atağa geçiyor.
“Evet, canım, teyzen cennete gitti.”
“Ayrıca Müneccim Krallar tabii ki var, diye söze giriyorum. Öyle şey olur mu? Bize geldiklerini görmüyor musun?”
Mateo’nun bu hafta kaybettiği masumiyetini biraz olsun geri getirme çabalarım işe yaramıyor ancak en azından ağlamaktan vazgeçiyor. Yine de oda tamamen sessizleşmiyor, Pembe Panter maceralarına devam ediyor. Jenerikteki müziğe minnet duyuyorum.
“Anne, teyzem neden öldü?”
“Bilmiyorum, oğlum.”
“İyi insanlar ölünce,” diye konuşmaya başlıyor babam, ‘‘cennete giderler, orası mükemmel bir yerdir.’’
“Sen gittin mi,” diye soruyor Mateo, yeniden yedi yaşına dönmüş gibi duruyor.
Saatler ilerledikçe ortam da sakinleşiyor. Mateo kendini daha iyi hissetmeye başlıyor, babam Pablo’yla oy13
narken gülmeyi başarıyor, Luisma aşağıdaki pastaneden yeniyıl çöreği getiriyor, annem evin dağınıklığından şikâyet ediyor. Acımızı, María’nın yokluğunun yarattığı kederi unutmak için hepimizin o normallik hissine ihtiyacı var. İşime dönmeyi, çocukların okula başlamasını, yeniyıl tatilini Bulgaristan’da geçiren Sornitsa’nın gelmesini, Lourdes’ten randevu almayı istiyorum.
Anne ve babam gitmek üzere paltolarını giyerken Pablo’nun kanepede uyuyakalmış olduğunu fark ediyoruz; üzerinde Örümcek Adam kostümüyle, başparmağı ağzında uyumuş. Mateo nihayet patenlere yaklaşıyor ve onları kutusundan çıkarıyor.
“Bak, dede. Tek sıralı, büyüklerinki gibi.”
“Ne güzel!”
“Bana paten kaymayı öğretir misin?”
“Tabii ki yavrum. Tabii ki öğretirim.”
Luisma’dan ayrıldığımdan beri en iyi arkadaşım Esther. Evliyken yakın arkadaşlarım yoktu. Bu yüzden de Luisma’yla ilişkimin ne kadar kötü gittiğini kimseye anlatamıyordum. María dışında kimseye yani. Ancak ona da tüm ayrıntıları anlatmıyordum çünkü her şeyi anlatmak kendimi ondan aşağı hissetmeme neden olabilirdi. Carlos’la ilişkisi o kadar iyi gidiyordu ki... Ayrıca María benim ablamdı ve sayılmazdı. Tıpkı Lourdes gibi. Birkaç kez girişimde bulunduysam da, psikoloğumun arkadaşım olamayacağını anlamış bulunuyorum.
Esther çalıştığım prodüksiyon şirketinde senaryo koordinatörlüğü yapıyor, senaryo müdürü gibi bir şey. Ofiste tam karşımda oturuyor ve iş ilişkimiz, görev yaptığım prodüksiyon departmanına her bir programın veya dizi bölümünün yapılabilmesi için gerekenleri bildiren kişinin Esther olmasından kaynaklanıyor.
Örneğin, senaristlerin aklına Telecinco için çektiğimiz gençlik dizisindeki iki kahramanın Yeni Zelanda’yı gezmek üzere sırt çantasıyla evden kaçması fikri gelirse, prodüksiyon departmanındaki bizler hayır der ve senaryoyu değiştirmelerini söyleriz, bu kaçışın hedef kitlemize çok daha yakın gelebilecek Salamanca’ya olmasını öneririz.
İşe dönmeyi çok istiyordum. Ablam ölünce üç günlük iznimi bile gönlümce kullanamamıştım. Oysa bu benim hakkımdı. Ne garip. İnsan tatili hayatı altüst olsun diye verilen bir ödül gibi görmüyor da iyi şeylerle bağdaştırıyor hep.
İşe dönüşümün ilk haftasında herkes üzerime titredi. İlk günlerde beni onlarca kez kahve içmek için kahve makinesinin oraya davet ettiler, bu da bağırsaklarımın bozulmasıyla sonuçlandı normal olarak. Makineden çıkan kahvenin bağırsaklara etkisi lifli yoğurtlarınkiyle kıyaslanamaz bile. Sürekli tuvalete gitmek zorunda kalıyordum ve iş arkadaşlarım koridordan koşarak geçişlerimi istedikleri gibi yorumluyorlardı.
“Zavallı kızcağız, ağladığını görmemizi istemiyor.”
Müdürüm yeni bir program için tüm Endülüs bölgesindeki çocuk şarkıcıları kapsayacak bir seçme gerçekleştirmek üzere gelecek hafta Sevilla’ya gidecek ekipte yer almama karar verdi.
Müdürümün adı Carmen ve gerçekten iyi bir insan. Müdürüm olmasaydı Esther’in hemen ardından en iyi ikinci arkadaşım olurdu sanırım. Carmen, Endülüs’e yapılacak seyahati, otelleri, trenleri, çocuk oyuncular ve anneleriyle görüşmeleri, prodüksiyon araçlarını benim organize etmemi istiyor. “Böylece biraz uzaklaşmış ve aklını başka şeylere vermiş olursun,” dedi.
İş seyahatlerine çıkmayı pek sevmiyorum, çünkü iş arkadaşlarımla iş dışında görüşmüyorum. Bu seyahatlerde bir türlü rahat edemiyorum. Devamlı sempatik ve neşeli görünmeye çalışıyorum, bütün günümü beni bitkin düşüren bir gülümsemeyle geçiriyorum. Lourdes,insanları neşelendirme ihtiyacı duymamın kendime yeterince güvenmememden kaynaklandığını söylüyor. Haklı. Lourdes her zaman haklı zaten.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Yorumunuz için teşekkür ederim.